29 Aralık 2014 Pazartesi

Yılın Son İzlenesi- İntikam soğuk yenir, sen ara sıcaktın canım. - " The Affair "


Evet, sonunda 2014' ü de bitiriyoruz ama bu dizide kesinlikle bitmeyecek şeyler var. Öyle şeyler olacak, biri öyle büyük bir intikam alacak ki, şu ana kadarkiler yanında ara sıcak kalacak.
İşte tam böyle hissettiren bir dizi.




Her bölümde hop oturup, hop kalktığım bir drama şöleni. Showtime'ın sezon bombası. Zaten en iyi drama dalında Golden Globe'a aday olmuş durumda. Başroller de dört büyükler olarak nitelendirebileceğim; Dominic West, Ruth Wilson, Joshua Jackson ve Maura Tierney var. En bilindik isim, Fringe ve Dawson Creek' den tanıdığımız Joshua Jackson ama yan karakterler dahil herkes müthiş bir oyunculuk sergiliyor. Bu hafta itibari ile 1.sezon 10. bölüm sezon finalini yapmış bulunmakta. Yeni izleyecek olanları çok kıskanıyorum, en baştan başlamak isterdim. Anlayacağınız, 2015' de 2.sezon da bomba gibi olacak.





Bir "ihanet" hikayesi ne kadar ilginç olabilir ki ? En fazla aşkı-memnu gibidir diye düşünebilirsiniz. Yok değil işte, burada gerçeklik var. Bir aşk masalı gibi başlayıp, kabusa dönen hayatlar var. İçinde ki ızdırabı, küçük çakısıyla bacağını kesip kanını akıtan bir kadın var. Aslında sevdiği ama bir o kadar da nefret ettiği kocası var. Kocasını aldattığında, çocuğunu kaybettiğinde, annesine nefretini kustuğunda yaşadığı hisleri, büyülü anlatımıyla beni benden alması var. Zengin aileye iç güveysinden hallice damat gelmiş ve bu zengin aileden nefret etse de karısını, dört çocuğunu deli gibi bir seven ama ızdırapların kadınına aşık olup, karısını aldatan bir adam var. Tüm yaşananların içinde habersizce kocasına ve çocuklarına tutunmuş, mantıklı, akıllı, düz bir kadın var.

Okuyunca çok fazla kadın ve adam varmış gibi geliyor ama sadece bu dört büyüklerin arasında geçen sarsıcı, ağır ama her saniyesinde merak uyandıran, teşvik edici, delirtici, yalın, içimden düşünüp, dışımdan söyleyemediğim sözler var bu dizide. Olduğu gibi, neyse o, ne eksik ne fazla, varsa bir problem al ceketini çık modunda.





Ezber bozan, klasik aldatma hikayeleri gibi değil, izledikçe ben ne yapardım, nasıl davranırdım, evet bende böyle söylerdim, bende giderdim, yok gidemezdim, tokatlardım, gülerdim, ağlardım, ağlayamazdım diye karşılıklı konuşabildiğim bir kişi gibi, dört kişi arasında yaratılmış , başlı başına bir karakter gibi bir dizi bu. İşin en ilginç ve dikkat çekici kısmı bir bölümde geçen olayların ilk önce adamın, sonra kadının bakış açısıyla anlatıyor olması. Yaşanan olayların nasıl farklı gözle görülüp, hissedilip, aktarılmış olması ise en sarsıcı olan. Aynı sahneyi adamın gözüyle; kendisinin naif, kadının kışkırtıcı, kadının gözüyle; kendisinin naif, adamın kışkırtıcı olduğunu göreceksiniz. Karman çorman olacaksınız, eriyeceksiniz, nasıl olur, olamaz ki diyeceksiniz.
Ayrıca işlenen bir cinayet ile birlikte olayları çözmeye çalışan dedektifimizin de, ilişkiye ayrı bir heyecan örgüsü katmakla beraber, büyük bir merakla, bir sonraki bölüme göz kırpıyor olacaksınız. Bir de yazmadan geçemem, çoğu sahne harika bir sahil kasabası olan Montauk' da geçiyor. Bir sonraki tatil planımı Amerika'nın bu güzel sahil kasabasına mı yapsam acaba diye düşündürüyor insanı.

Adı üzerinde bu " ilişki " altında gizlenmiş; suç, gerçeklik, cinsellik, ihanet, sevgi, nefret, aşk, sizi içine çekip, bir sonraki bölümü izlemek için bahaneler uydurup, zaman yaratmaya çalışırken depresif bir atmosfer içine sürükleyecek. Diyaloglar, içinizi acıtacak, ruhunuz üzülecek. Daha büyük ne olabilir ki diye önce şaşırıp sonra intikam soğuk yenir, sen ara sıcaktın canım diye tüm olayları nasıl da özümsediğinize ve hadi daha fazla şey olsun diye beklediğinizi görünce kendinize şaşırmaya hazır olun. Tüm bunları yemeğe yutmaya varım ben diyorsanız, izleyin derim. Yoksa sakın ha, aman diyeyim. Eğer hazırsanız, biraz fragman iyi gider.

Son olarak 2015' de; herkese, böyle nitelikli ve bağımsız yapımlar izleme olanağı ile çok kahkahalı, bol mutluluk vakalı, pollyanna ruhlu, harika bir yıl dilerim.











25 Aralık 2014 Perşembe

Haftanın Dinlenesi - Film gibi çocuk- Flume


Film gibi çocuk diyorum çünkü çocuğa dur, dur bir daha bak. Yaşı ne kadar bana teyze diyecek kadar küçük olsa da, teyze demek yok çocuğum, tamam mı !. Zaten bana teyze dediler diye reklamda yaptılar hali hazırda izliyoruz. Olsun sen abla de bana. Pınar de. Hatta canım de, canımı ye diyerek, uzanıp yanağından bir kesik alma eğiliminde olduğum insan.






Bu yakışıklı insan Edward Streten olarak, 1991 yılında Avustralya semalarında dünyaya gelmiş, iyi ki de gelmiş, annesine teşekkür ediyoruz. Hem fiziken hemde müzik diliyle bizi yalayıp yutan Edward, aslında 2008 yılından beri dj lik ve müzisyenlik yapıyor. En son Chet Faker abimizle beraber yaptıkları Drop the Game şarkısı ile daha geniş kitlelere ulaşmış olup, benimle de yolu bu şekilde kesişmiş oldu. Birçok müzisyenle beraber, sevilen şarkılara remix yapmışlığı da var, bunlardan en bilinen ve bence en güzeli Lorde' nin Tennis Court şarkısı.






2013' den beri birçok festivalde ve çeşitli törenlerde ödülleri toparlayıp, evine götürmüşlüğü de var. Evine götürmüş olduğunu düşündüğüm birçok başka şeyin dışında, bu aralar kendisini nerelere götürüyor acaba diye birkaç siteye göz attım ama herhangi yakın bir konser tarihi bulamadım. Zaten Türkiye'ye gelmez ki diyemeyeceğim çünkü bu sene ülkemizi ziyaret eden alternatif müzisyenleri görünce, bize de uğraması muhtemel olabilir. Elektronica, trip-hop, wave gibi soundlardan hoşlanıyorsanız, Flume dinlemek bünyenize iyi gelecektir. Soundcloud ve İtunes üzerinden de birçok şarkısını dinleyebilirsiniz.







20 Aralık 2014 Cumartesi

Haftanın Seferi- Frankfurt' da bir Noel Pazarı


Hazır 2015'e girmeden, 2014'ün son demlerinde Almanya'nın birbirinden çeşitli Noel Pazarların'da (Weihnactsmarkt) zaman geçirip, alışveriş yapabilirsiniz.




O kadar renkli, ışıklı tezgahlar oluyor ki, hangi birine baksam, hangisinde yemek yesem, hangisinde sıcak şarap içsem diye deneme yaparken, sarhoş olup, nalları dikme olasılığınız yüksek.
Birçok şehirde ve kasabada kurulan bu pazarlar, Aralık ortasında başlayıp, yılbaşına kadar devam etmekte.

En parlak ve şaşalı olanlardan birisi de Frankfurt meydanında kurulan pazardır. Şehir merkezine yakın bir otelde kalıyorsanız meydana ulaşmanız zaten çok kolay olacaktır. Seyahatiniz 3 gün sürecekse, bu pazarı gezerken 3 kilo da almanız da muhtemeldir. Bir tezgahta, tarçın ve portakal kokularıyla büyülenip sıcak şarap "glühwein" içip, diğer tezgahta, bol acı hardal, köri sos ve haşlanmış kara lahana eşliğinde sosis "currywurst" yeyip, bir diğer tezgahta bol zencefilli, vanilyalı kurabiyelerden "weihnachtskuchen" alıp, son tezgahta da bira "weissbeer" eşliğinde götürürüm ben bunları diye düşünürseniz, o 3 kilo rahat olur 5 kilo. Benden söylemesi.







Zaten o kadar ışıklı süslerin, püslerin, hediyeliklerin parlaklığında kendinizi kaybedip, yedim gitti ya demek çok normal bir davranış olacaktır. Merak etmeyin herşey o kadar lezzetli ki, ertesi gün neden bu kadar yedim diye pişman olmayacaksınız. Hatta tekrarını bile yapmak isteyeceksiniz.
Bu pazarlar aynı zamanda hediye avcılığına olanak sağlayan en güzide yerlerden. Şöyle ki, en şık, en güzel ev yapımı kurabiyeyi alacağım derken, önünüzde ki şirret sarışınla o benim, hayır önce ben geldim benim o diye kapışıp, iki seksen kapaklanmanız ve kafanızın üzerinde yıldızlı ışık dönmeleri yaşamanız olası ama sizde de azıcık şirretlik varsa, kavgayı sonuna kadar götürüp, o kurabiyeyi alırsanız, bu büyük zaferi kendinize bir şişe sıcak şarap hediye ederek kutlayabilirsiniz.
Eğer çoluk, çocuk giderseniz, çocuklar için çok eğlenceli atlıkarıncalar bulabilirsiniz. Bu da demek oluyor ki, çocukları oyun alanlarına fırlatıp, pazarın keyfini çıkarabilirsiniz.









Hemen hemen Almanya'nın birçok şehir ve kasabasında kurulan Noel pazarları, hem gezmek, hem yemek-içmek, hemde alışveriş yapmak için ideal. Ben hepsinin içinden Frankfurt'u seçtim çünkü, en tatliş şeyler orada ve oldukça devasa, ışıklı bir meydanda kendinizi yıldızların altında bir film karesinde gibi hissetmeniz çok eğlenceli olacak.

Bir not eklemek isterim: Siz siz olun, Almanlara bulaşmayın, domuzdur azcık onlar, bir tepeleri atarsa aman allah, direk kaçın. Ben severim kerataları ama napsınlar işte genetik bir demografik yapı onların ki de, atalardan miras kalmış. Neyse siz sakin sakin alışverişinizi yapın, yiyip için, eğlenin ve sonrada tıpış tıpış dönün yurt semalarına.

14 Aralık 2014 Pazar

Haftanın Yenilesi - Paralel Yapı


Evet efenim, bu hafta komple ülke olarak paralel yapı yiyeceğiz. Televizyonlarını henüz açmamış olanlar, açsın ve haber kanallarına baksın.

Şöyle ki, paralel dünya da yaşayan elemanlar bir alet icat etmişler, sebzeleri, meyveleri, çiçekleri hemen büyütüp, servise hazır hale getiriyormuş, hemde bu icatlarını Amazon'da satışa çıkarmışlar. Bak adamlar neler yapmış, sen adamlara habire operasyon yap, toplayıp toplayıp hapse tık. Olacak iş mi ! Ne güzel icatlar yapıp, insanların hayatını kolaylaştırıyorlar, mübah mı bu !






İlginç icadımıza gelirsek, gerçekten de şaşırtıcı ve değişik. Kendi ışığı ve yanında gelecek olan solüsyonlar ile istediğiniz sebzeyi, meyveyi ev ortamında yani belirli bir derecede yetiştirebiliyorsunuz. Daha fazla bilgi için bu süper icadı Amazon'dan inceleyebilirsiniz.
Ahmet kap gel hemen bana bir marul dedi mi, Ahmet ve marul anında yanında. Ayşe teyze de papatyasını, afrika menekşesini, açelyasını şıp diye toplayıp, güne gitmeye hazır. Yani paralel dünya insanı ne kadar evcil, ne kadar uysal, ne kadar yardımsevermiş değil mi? Sen daha insanları doluştur koğuşlara. Bizde #özgürbasınsusturulamaz diye trend topiclere mesaj atıp duralım, ne işe yarar ki.

Neyse paralel arkadaşım Ahmet'in şipşak icatları ile yetiştirdiği sağlıklı bir smootie tarifi paylaşayım:
Şipşak icadımızdan elde edilen; 1 adet elma, 3 dal kuşkonmaz, 1 sap brokoli, 5 adet kereviz sapı, 1 çay kaşığı zeytinyağı, yarım limon suyu, yarım litre su.




Bunların hepsini katı meyve sıkacağından geçirip, güzel bir c vitamini deposu bardağı yapıyoruz. Üzerini de biraz maydanoz sapıyla süsleyip, acayip sağlıklı bu smootie yi içmeye hazırız. Hem doyurucu hem de kalorisiz işte daha ne olsun.
Ahmet bak sen üzülme, bunlar da geçer, gel sen beni bunları tek tek yapmakla uğraştırma, hazır olarak çıkacak, düğmeye bastın mı gelecek smootie makinesi icat et de rahat edelim be canım benim dedim. Tamam ayıpsın, hazırlıklara başlıyorum diye ışınlandı paralel dünyaya. Ekiplerini toplayıp, çalışmalara başlıyorlarmış. Beni de çalışmalarını yerinde incelemem için yanlarına davet ettiler. Ne tatlı, yardımsever, sıcakkanlı, iyiliksever insanlar değil mi ?

Valla ben de paralel dünyada yaşamak istiyorum arkadaş.

11 Aralık 2014 Perşembe

Haftanın İzlenesi- Başyapıt "Olive Kitteridge"


Bir başyapıt, hatta ifade edebilecek daha üstün bir kelime varsa, o. HBO kanalının, 4 bölümlük mini dizisi Olive Kitteridge, aslında anlatılmaz, yaşanır. Yönetmen koltuğunda, Oscar'lı The Kids are allright filmini de yönetmiş olan Lisa Cholodenko var. Başrol de Frances Macdormand' ı izliyoruz. Zaten izledikçe, Olive Kitteridge rolüne Frances Macdormand' dan başkası can veremezmiş gibi hissediyorsunuz. Dizi, Elizabeth Strout'un 13 kısa hikayeden oluşan kitabının uyarlaması. Demek ki ne yapıyoruz, kitabı da alıyoruz. Amazon'da bulabilirsiniz, tabii henüz Türkçesi yok. Gerçi ben diziyi özümsemekte zorlandım, kitabı hiç sindiremem. O yüzden, boşverin almasak da olur, Türkçe'sini bekleyelim.



Toplam da dört saat süren bu diziyi, kanım donarak, boğazım düğümlenerek ama hiç bitmesin diyerek izledim. Sessiz, sakin bir kasabada kocası ve oğluyla beraber yaşayan Olive'ın hayatını konu alan dizi, yan karakterle o kadar çok beslenmiş ki, ortaya bomba gibi bir hikaye çıkmış.
Baskıcı, inatçı, soğuk, dediğim dedik, sinir edici Olive'ın aslında içinde ne kadar hassas, sıcak, kırılgan, üflesen ağlayacak olan kişiliği beni saçımdan tuttu, ayağıma çelme taktı, yıktı, düş, hatta bir daha da kalkma dedi. Bu nasıl bir karakterdir, nasıl bir oyunculuktur, pes deyip, oyundan çekilebilirsiniz. Richard Jenkins'i ise sinirleri alınmış, şeker mi şeker, dünyanın en yardımsever kocası Henry rolünde tebessüm ile izliyoruz. Tabii onun da içinde ne fırtınalar esiyormuş ki, sonradan göreceksiniz, ben ser veririm sır veremem. Dizinin ağır toplarından Bill Muray'ı ağırlıklı olarak son bölümde, hayattan bıkmış, gemilerini yakmış ama bir o kadar da "snob" olan Jack rolünde izliyoruz. Ay bu dizi de herkes içten, abartısız, doğal. Herşey gerçek gibi.






Kasaba halkı da bir ilginç; gelişen kötü olaylar sonrasında, herkes de bir rahatlık, bir müşkülpesentlik bir umursamazlık, hatta öyle ki yanında adam ölüyor, umurunda değil, aaa ölmüş deyip yoluna devam edebiliyor. Bu kadar ironi içinde, bir de sizi sürekli ters köşe yapacak olan Olive ve onunla birlikte hep ensenize üfleyecek olan ruh hali, tam Oscar'lık.
Valla bu mini dizi değil de, film olsaymış, 2015 Oscar ödüllerini top yekün toplar, herkesin sözünü ağzına tıkardı. Fragman aşağıda, ben şimdiden karşına geçip selama durdum bile.




3 Aralık 2014 Çarşamba

Haftanın Seferi- OH! Paris






OH ! Paris..

Paris' i kim bulduysa, kim burası güzelmiş hadi şehir kuralım dediyse, alnından öpülmelik büyük insanmış. Havasına mis gibi ekmek kokusu karışmış, bir prenses saflığında, her yeri ayrı bir ruh bu şehrin. Yani "Kafan mı dağıldı ? Kaç gel benim yamacıma, sarayım seni, pamuklara yatırayım." der gibi. Evet iki kitap kapıp şehrin adeta ormanla çevrilmiş parklarında dolaşıp, banklarda veya çimlerde pinekleyip kitap okuyabilirsiniz, yanınıza da neredeyse her cadde köşesine konuşlanmış fırınlardan mis gibi kruvasan ve kahve alırsanız, tadınızdan yenmez.




Şimdiye kadar bana Paris'i hep kötü anlatmışlar. Bok kokan şehir, pis şehir, metroya binemezsin, paranı çalarlar, tecavüz ederler. Aman ha dikkat ! diye oldukça hevesimi kıran konuşmalara şahit olmuştum. Kendi gözlerimle görünce, yok artık bir tek "vurun kahpeye" demedikleri kalmış gerçekten diye güney bölgemle gülüyorum bu yorumlara. Alakası yok yani.

Eiffel Kulesi'nde bin bir açılı fotoğraflarınızı çekip facebook'a, instagram'a koyduktan, Moulin Rouge dansçılarını izleyip, evet ben bu filmi görmüştüm deyip, Şanzelize'de sapık gibi alışveriş yapıp, son model Ferrari'ye yapışıp fotoğraf çektirdikten,  Lourve Müzesi'nde Mona Lisa'yı görüp anaa ne minicikmiş bu tablo deyip turistik görevlerinizi yerine getirdikten sonra geriye kalan saf Paris'e bakın bence, başka bir gözle görün. Her ana caddenin bir arka sokağı vardır, arka sokaklara girin. Küçük dükkanlarda, harika sanatlarla tanışın, kafelerinde oturun, şarap ve soğan çorbası için ve kadife sesli Edith Piaf dinleyin. Bakın çok iyi gelecek.
Eğer çoluk çocukla gidiyorsanız, bir Disneyland olayı var tabi. Disneyland ayrı bir koca gün ve yorgunluk demek. Yok ben çocuk da yaptım kariyer de diye dağa taşa meydan okumuş bir yiğitseniz, kim tutar sizi. Yürüyün be.

Sonuş olarak; Paris hayallerini kurduğunuz, şöyle olmalı böyle olmalı diye yarattığınız ama bir türlü gelmeyen o beyaz atlı gibi. Şaşırtıcı ve göz alıcı. İşte dediğim gibi bu şehrin hamuru iyi be kardeşim.




Haftanın Yenilesi - Dehşet bir Fransız "Soğan Çorbası"






Bu Pazartesi de geçti değil mi ? Başladık mı diyete, spora ? "Ben ufaktan yürüyüşe başladım, 15 dakika egzersiz yapıyorum evde, yarın akşam da kesin salona yazılıyorum, bugün salata yedim ama." diyenleri kendi iç sesimle birlikte duyar gibiyim. Yine yalansın canım benim diyip, Paris'i yazarken aklıma gelen dehşet fransız soğan çorbası tarifi vereyim istedim. 
Bu adamların kokuya karşı hassasiyeti var; parfümleri, yemekleri. Full soğanla yapılan bir yemek bu kadar güzel kokar mı yahu, evet kokar. Bir iyi bir de kötü haberim var. Kötüden başlayayım; bol kese kalorili bir ama müthiş bir yemek. Yemek diyorum çünkü kendisi çorba sıfatı altında saklanan çok doyurucu bir eleman, yanında başka bir şey yemenize gerek kalmayacak. Bu cümle de iyi haber olmuş oldu sanırım. Bir de yaparken öyle güzel kokular alacaksınız ki yarı doymuş olacaksınız zaten. Bu da ikinci iyi haber olsun. Haydi tarife geçelim.



Malzemeler:

- Tabiki soğan, 5 adet yeterlidir. Kırmızı soğan varsa daha iyi olur.
- 2 diş sarımsak. Diyorum işte baştan aşağı koku var bu işte.
- 2 yemek kaşığı tereyağ. Arzu eden margarin veya sıvı yağ koyamaz arkadaş, tereyağ olacak.
- 3 yemek kaşığı un. Ben her zaman ki gibi daha az kalorili buğday unu kullandım. Hep bir kendimi kandırma.
- Çeyrek şarap bardağı beyaz şarap. Siz bardağı fulleyin, çeyreğini yemeğe koyup, kalanı içersiniz.
-1 litre su. 
-1 adet et bulyon. Bulyonlara sağlıksız diyorlar ama yapacak bişey yok, lezzetli işte.
- Bir tutam tuz, esmer şeker ve karabiber. Şekerin esmeri, yemeğin salçalısı güzel olurmuş. Esmer yoksa hadi beyaz olsun.
- 4 dilim esmer ekmek. Yine esmer, yine esmer.
- Yarım su bardağı kaşar peyniri. Buna yorum yazmak istemiyorum.
- Çeyrek su bardağı Parmesan peyniri. Her market de satılıyor artık, 1 paket edinin.

Yapılışı:
Soğanları ve sarımsakları ufak ufak doğrayın. Tereyağı ile birlikte tencereye alın. Tencerenin fırın tenceresi olması gerekli. Pişerken unu ekleyin ve iki dakika kadar daha kavurun sonra azar azar suyu ve şarabı ekleyin iki dakika kadar daha devam edin. Bulyonu, tuzu, karabiberi ve şekeri de ekleyip, on dakika orta ateşte kaynatın. Çorbamız hazır. Ekmekleri ikiye bölün ve üzerine bırakın. Peynirleri de ekmeklerin üzerine serpiştirin ve doğru fırına. Fırını önceden 200 derecede ısıtın. Peynirler eriyip, kızarmaya başlarken, ağzınızın suyu akmasın diye bardakta kalan şaraba dayanın. Yaklaşık 15 dakika sonra peynirler kızarmış ve çıtır bir görüntü halini almış olacaklar. İşte o zaman hak edilmiş zafer çığlıkları atabilirsiniz. Fırından alıp, şemayı bozmadan kaselere bölüştürün. Koku sebebiyle size küfür etme olasılıkları yüksek olan apartman sakinlerini es geçip, bu güzel görüntüye afiyet ile dalın. 





Haftanın Kafası- Paleo






İlk başta bende nedir bu Paleo diye bön bön baktım durdum, merakımdan o site senin, bu site benim dolaştıktan sonra anladım ki, kimine göre bir yaşam biçimi kimine göre bir diyet serüveni.

Evet büyük çoğunluğun kilo vermek istediğini veya ay fit olayım, şuram düştü, buram söndü diye darlandığını biliyorum. İşte tam bu noktada Paleo kavramı giriyor işin içine.

Paleo kelimesi "Paleolitik dönem" den gelmekteymiş yani bilmem kaç milyon yıl öncesin de insanoğlunun tükettiği düşünülen yiyeceklerle beslenmeye dayalı bir yöntemmiş. Bu da demek oluyormuş ki, tarım ve hayvancılık öncesi dönem de sadece kısıtlı avcılık ve sebze/meyve ile besleniliyormuş. Tarım ve hayvancılık dönemi daha sonra ki yıllarda başlamış ve böylece Paleo diyetine göre yasak olan tahıl ve süt ürünleri tüketimi girmiş sevgili insanoğlunun hayatına.
Yani Paleo takılcam derseniz, tahıl ve süt ürünleri yasak. Hangi yiyecekler kutsal derseniz, ot ve türevleri diyebilirim, az miktarda da et, yumurta gibi protein içerikliler de geçerli.

Milyon yıl önce yaşayan insanların beslendiği şekilde beslenmeye kalkarsak, bence olmaz. Düşünsene Ramazan amcalara oturmaya gittin, yaptılar şöyle bol yoğurtlu, peynirli, mezeli, kebaplı, rakılı bir sofra, hadi yeme, ne diyeceksin, yok ben almayayım çıkıp bıldırcın avlayıp, biraz ot çöp toplayıp, ateş de pişirip yerim ben ama çok sağol Ramazan amca mı diyeceksin ?.  Olmaz işte. Şimdi milyon yıl öncesine ışınlanıp, o insancıklara ya bak aslında senin beslenme yöntemin dışında bir böyle besleniyoruz diye vereceksin önüne bol tereyağlı yoğurtlu iskenderi bak izle ne oluyor o zaman.

Açıkçası bu Paleo olayı pek bizim millete göre değil, ha çok kilo vermek istiyorsak yapalım haftada 4 gün spor veya gidelim bir diyetisyene adam akıllı ama yok olmuyor da olmuyor. Hep bir üşenme, hep bir bahane. Bence biz "uzun saat sofra" milletiyiz, bir oturduk mu o sofraya, gerisi hikaye.

Haftanın İzlenesi- Predestination / Norveç Film Günleri





Amanın demek istiyorum sayın seyirciler. Devrelerim yandı, beynim eridi, dengem bozuldu. Error verdim komple. Predestionation filminin kısaca özetidir bunlar. 2009' da sinema dünyasına Daybreakers ile vampirli giriş yapan yönetmen Spierig kardeşler, gündeminde vampirlere aç bu döneminde oldukça ses getirmişti. İkinci ses getiren Predestionation'ı bu yıl çekmeye karar vermiş olup, "izle beni izle" diye gözümün içine sokmuş bulunmaktadırlar. Yılların eskitemediği Ethan Hawke'da başrolde olunca izlememek ayıp olurdu.

İzlemesine izledik de ne oluyor anlamadık. İlk yarım saat gayet merakla giderken, o son yarım saat neler oldu da kızgın kumlardan serin sulara daldık, dalgalarla boğuştuk, kafaları kayalara vurduk, gittik geldik, ben anlamadım. Binlerce kişinin ölümünden sorumlu bir bombacının yakalanma hikayesiyle başladık, intikam peşinde olan ajanımızın çeşitli badireler atlatarak, bombacıyı yakalama uğrunda ki dehşetengiz çabasıyla devam ettik, gayet sıradan bir heyecanla ne güzel gidiyor derken; kadından adam olmuş bir anneye geçtik. Bu geçişle beraber benim yaşımda geçti, anlamaya çalışayım derken yaşlandım, bittim, öldüm. Zaten "Kadından adam olmuş anne" rolünde Sarah Snook var. Allah, kendisine "alayına yürü ya kulum" demiş, oyunculuk namına ders verdirmiş.



Ters kurgu öyküsü ve zaman yolculukları ile harmanlanmış Memento filmini sevdiyseniz, bu film sizi o kadar da kasmaz ama tabiki Memento'nun da eline su dökemez. Memento' dan aklımda kalan bir cümle var: "I cant' remember to forget you..." gibi hadi bakalım çöz çözebilirsen, dön dolaş bir daha izle, beş kere izle, on kere izle. Predestination' da biraz öyle işte.Neyse şimdilik siz fragmanı izleyin ve bir öngörü edinin. İyi seyirler.






Bu hafta önemli bir olay var. Bahsetmeden geçemezdim.Norveç film günleri. 4-7 Aralık tarihleri arasında İstanbul Modern'de. Birçok Avrupa film festivalinde gösterilmiş ve çeşitli ödüllerle dönmüş bağımsız Norveç filmlerinin tadına doyulmaz seyrini sürün, hatta benim yerime de gidin. Bu soğuk, kara, sert ülkenin sıcak filmlerini, en azından birini izlemeden geçmeyin. Ah keşke İstanbul'da olsak.








Haftanın Okunası- Sokak Kedisi Bob...

"Yaralı bir sarmanın sokaklarda yaşayan bir adamın hayatını nasıl değiştirdiğine dair sıcak ve etkileyici bir hikâye..." diye özetliyor kitap kendisini zaten.


Hazır havalar soğuk, battaniye moduna bürünmüşken, okunabilecek sıcacık bir hikaye ve de gerçek bir hikaye. Bu tatlı kedicik, sahibi James ile tüm gün Londra sokaklarını arşınlıyor, birlikte otobüse, bisiklete binip, meydanlarda çalışıyorlar.
Bence Bob zaten bir kedi değil, bir insan. Yanlışlıkla kedi olarak doğmuş. Hareketleri, yaklaşımları, yaptıkları ile tıpkı bir insan karakteri, biraz kassa konuşacak diyorsunuz. Tabi herşey, herzaman güllük gülistanlık değil, onlarda maalesef bazen pislik insanlara rastlıyor ve nasiplerini alıyorlar ama bu sıradışı dostluğun meyveleri kitap boyunca dallanıp budaklanarak devam ediyor ve daha da sevimli hal alıyor.



Gerçekte hem Bob'un sahibi hemde kitabın yazarı James Bowen eski bir junky ve halen tedavi görüyor. Yaşadıklarını anlatırken ve kendisini kötü bir insan olarak betimlerken, üzülmemek elde değil tabii ama sonunda insan böyle bir kedisi olacağını bilse bırak kötü olmayı, şeytanın ta kendisi olur, cehennem aralarında tur atar, ateşten kolyeler takar. Neymiş bu kedi böyle derseniz Bob'un ufak bir videosu aşağıda. Bakın da görün neymiş. Kitabı da ayrıca okuyun tabii, iki video izlemekle olmaz. O şirin atkılarını da ayrıca buluşup yiyebiliriz.


Sokak kedisi bob - youtube


Not: 2.kitap Bob'un dünyası da çıkmış.